Sinema Salonlarını Kurtarmalı mıyız, Yoksa Bu "Toksik" İlişkiyi Bitirmeli miyiz?: Bir Date Night Krizi

Hollywood’daki dev birleşmeler ve Netflix’in Warner Bros. flörtü, sinemanın geleceğini tehdit ediyor olabilir. Peki ya sinema salonlarının bizzat kendisi, o çok sevdiğimiz "büyülü" deneyimi kendi elleriyle öldürüyorsa?

SİNEMA

Can Ekinci

12/11/20253 min read

Geçtiğimiz hafta sektör kulislerine bomba gibi düşen bir haberle irkildik: Netflix, Warner Bros.’u bünyesine katmak için hamle yapıyor, Paramount ise daha büyük bir teklifle araya girmeye çalışıyor. Bu dev şirket evlilikleri kulağa sıkıcı finans haberleri gibi gelebilir ama aslında konu çok daha kişisel: Bizim sinema keyfimiz.

Yurtdışındaki meslektaşlarımız hemen klavyelerine sarılıp "Salonları kurtarın! Sinema randevuları ölüyor!" diye romantik ağıtlar yakmaya başladılar. Netflix’in "evde pinekle ve tüket" modelinin, sinemanın o görkemli aurasını yutacağından korkuyorlar. Haklılar mı? Kesinlikle. Christopher Nolan’ın son başyapıtını, Hinge’den bulduğunuz o tatlı çocukla dev bir perdede izlemenin heyecanı, evdeki koltukta asla yakalanamaz. Sinema salonları, akşam yemeklerinin ve kahve buluşmalarının her zaman bir adım önündeydi. Karanlık salon, paylaşılan sessizlik, o büyü...

Ama dürüst olalım, biz Los Angeles’ta yaşamıyoruz. Ve Türkiye’de sinemayla olan ilişkimiz, artık romantik bir komediden çok, sürekli şans verdiğimiz ama bizi hayal kırıklığına uğratan o "toksik sevgili"ye benziyor.

"Perdede İzlemek Eşsizdir" (Tabii Bir Şey Görebilirseniz)

Bir taraftan "Sinemalar ölmesin, kültür yok olmasın" diye bayrak sallamak istiyoruz. Çünkü sinema salonu, dış dünyadan kopup sadece hikayeye odaklandığımız o kutsal mabet. Ama diğer taraftan, bu mabedin kapısından içeri girdiğimiz an gerçekler yüzümüze çarpıyor.

Bilet fiyatlarının geldiği noktayı konuşalım mı? İki kişi sinemaya gidip bir de o mısır kokusuna yenik düşerseniz, ödediğiniz hesapla şık bir restoranda ana yemek yiyebilirsiniz. Ve karşılığında ne alıyoruz? Tekelleşmiş sinema zincirlerinin "maliyet düşürme" politikası adı altında bize sunduğu kısık projeksiyon ışıkları.

Yönetmenin binbir emekle tasarladığı o renk paletini, sırf projeksiyon lambasının ömrü uzasın diye %30 daha karanlık izlemek zorunda kalmak, sinema sanatına hakaret değil de nedir? Görüntü çamur gibi, ses sistemi bazen cızırtılı, koltuklar ise konforsuzluğun kitabını yazıyor. Bu deneyime "lüks" fiyatı ödeyip, "ucuz" hizmet almak... İşte bu noktada o romantik "Salonları destekleyin" çağrısı boğazımızda düğümleniyor.

Salonun İçindeki "Öteki" Düşman

Diyelim ki paraya kıydınız, projeksiyonun ışığı da şansınıza o gün iyi. Peki ya seyirci? Sinema adabının, yerini sosyal medya bağımlılığına bıraktığı o karanlık çağdayız.

Filmin en can alıcı, en duygusal sahnesinde ön sıradan yükselen o mavi ışık... Birileri TikTok kaydırıyor, diğeri WhatsApp grubuna sesli mesaj atıyor. Odaklanma süremizin (attention span) bir akvaryum balığıyla yarıştığı bu dönemde, sinema salonunun talep ettiği o "2 saatlik pür dikkat" hali, ne yazık ki modern izleyiciye ağır geliyor.

Karar Vakti: Boykot mu, Destek mi?

Perspektifimiz net: Sinema salonları ölmesin. Ama bizi enayi yerine koymayı da bıraksın.

Hollywood'daki birleşmeler sektörü tekdüzeleştirebilir, evet bu bir risk. Ama yereldeki deneyim kalitesizliği, sinemayı Netflix'ten çok daha hızlı öldürüyor. Bir filmi perdede izlemek hala eşsiz bir deneyim; ancak bu deneyimin hakkı verildiğinde.

Biz sinemaya küsmek istemiyoruz. O patlamış mısırın kokusunu, jenerik akarken yaşanan o ortak duygu yoğunluğunu seviyoruz. Ama artık top sinema işletmecilerinde. Eğer bizden o bilet parasını talep ediyorlarsa, karşılığında o projeksiyonun ışığını sonuna kadar açacaklar, salonları denetleyecekler ve bize evdeki OLED televizyonumuzdan daha iyi bir görsel şölen sunacaklar.

Aksi takdirde, bu ilişki yürümez tatlım. Ve biz de mecburen o "Netflix and Chill"e geri döneriz.