Sofia Coppola Evreninde Kaybolmak: Estetik Yorgunluğu

Günümüz hayatı da tıpkı Coppola filmleri gibi: Estetik olarak kusursuz ama içsel olarak yorgun. Her şey güzel görünüyor ama bir şeyler eksik.

SİNEMA

Gözde Ataç

8/14/20251 min read

Sofia Coppola filmleriyle tanıdığımız o pastel tonlu, puslu ve neredeyse rüyadaymışız hissi veren evren... Lost in Translation, Marie Antoinette, The Virgin Suicides, Somewhere… Hepsinde ortak bir nokta var: Görsel olarak baş döndürücü olmalarının yanında, altında hep bir boşluk, yalnızlık ve kimlik arayışı var.
Ve belki de tam da bu yüzden, günümüzde yeniden bu kadar çok konuşuluyorlar.
Çünkü biz de biraz o evrende yaşıyoruz.
Günümüz hayatı da tıpkı Coppola filmleri gibi: Estetik olarak kusursuz ama içsel olarak yorgun. Her şey güzel görünüyor ama bir şeyler eksik. Instagram’da “filtrelenmiş” hayatlar, TikTok’ta kurgulanmış sabah rutinleri, Pinterest panolarına göre şekillenen odalar… Ama ya duygu? Ya gerçeklik?

Sofia Coppola’nın kadın karakterleri genelde narin, sessiz, çevrelerine yabancılaşmış; ne istediğini bilen ama nasıl ifade edeceğini bilemeyen figürler. Ve bugünün genç kuşağı da bu karakterlerle özdeşleşiyor. Giydiğimiz kıyafetlerden, taktığımız gözlüklere kadar “estetik bir persona” yaratıyoruz ama bir noktadan sonra bu estetize kimlikten de yoruluyoruz.

Bu yazıyı okuyan herkes, belki de bir süre önce “clean girl” olmaya çalıştı. Sonra belki “mob wife”, ardından “coastal cowgirl”... Her trendle bir estetik evrene giriyor, her yeni kimlikle bir Coppola karakteri gibi kendimizi yeniden yazıyoruz. Ama sonunda hepsi biraz “kaybolmuş” hissettiriyor.

Çünkü gerçek hayat soluk pastel tonlarda değil. Karmaşık, çelişkili, kirli ama bir o kadar da gerçek.
Belki de asıl mesele şu: Artık estetikte değil, anlamda güzellik aramanın zamanı geldi. Coppola evreninde kaybolmak keyifli olabilir ama sonunda eve dönmeyi unutmamak gerek.